29 Haziran 2010 Salı

kelebek istilası

arkadaş sadece bu taraflarda mı var bilmiyorum ama kelebek istilasına uğradık.

hastanenin girişinde metrekareye 10-15 kelebek düşüyor, nereden geldi bu kelebekler yaw

aynı şu alttakine benziyolar


28 Haziran 2010 Pazartesi

body world


pazar günü body world adlı sergiye gittik hatunla,
karaköyde istanbul modern'de sergileniyor,
fiyat kişi başı 25 tl
mutlaka gitmenizi öneriyorum
dünyada büyük yankı uyandırmış bir sergi
işin ilginç tarafı sergilenen herşeyin gerçek olması
ayağımıza kadar gelmişken, insan bedenini bu kadar güzel görmek lazım
bir de zürafa vardı
ne kadar büyükmüş onlar öyle

25 Haziran 2010 Cuma

kaza sonrası suya düşen tatil planları

bu kadar plan yaparsan olacağı budur.
1 haftadır tatil planları yapıyoruz, arabamızla ayvalık, altınoluk, bozcaada dolaşıp çanakkale üzerinden evimize dönecektik. hatta yarın sabah yola çıkacaktır. 7 günde toplam 5 otelde kalacaktık, her yerle rezervasyonu yaptım, pendik yalova feribot biletimi bile aldım.

ama dün arabamla kaza yaptım, sola dönerken bir çöp kamyonu arabamın sol tarafını göçertti ve arabamız 1 hafta serviste kalacak, dün sinirden ağladım resmen, 1 gün kala yapılmayacak şey.. bana bişey olmadı allahtan, en azından bu şekilde kendimi avutuyorum.

bizim de planlarımız 1 hafta sonrasına kaydı. bakalım inşallah haftaya bir şey olmaz.

21 Haziran 2010 Pazartesi

araba yolculuğu tatili

tatil lazım tabii, bir reklamda geçiyodu hatta acayip beğenmiştim "hepimiz tatil için yaşıyoruz" böyle deyince çok dokunuyo lan bana, topu topu 14 iş günü için tüm yıl helak oluyoruz, dirsek çürütüyoruz. (ki bu dirsek çürütme olayı gerçek oldu arkadaş, geçen hafta biriyle konuşurken, aaa dedi bak dirseğin sökülmüş, bir baktım gömleğin dirseği sökülmüş, yaw bu kadar çalışılmaz artık ama dedim, bildiğin dirsek çürütüyorum lan)

nerde kalmıştık, işte bu 14 iş günü için çalışıyoruz ki, bizim buralarda hepsini birden vermiyolar, 1 hafta 1 hafta alcakmışız tatili, "peeehh ne yapayım 1 hafta tatili ben de çıkmıyorum lan" demedim tabii, çıkmaya karar verdik
bu sene, sevdicekle bööle kaş, bodrum, marmaris, çeşme falan yapmayalım dedik, onun yerine arabamıza atlayıp çanakkale üzerinden kaz dağları ayvalık ve biraz daha aşağısına araba yolculuğu şeklinde tatil yapacağız. hem gezecek hem malak gibi yatacağız.



kesin bi şeyler gelecek yine başımıza, biz ne zaman ikimiz araba yolculuğuna çıksak macera eksik olmuyor, bu hafta içi google maps ile yolları hatim etmem lazım, güzergah belirlemem lazım, kalcağımız otel ya da pansiyonları ayarlamam lazım, offff iş te çok ne zaman yapıcaz bilmiyorum, yok bi kere hatuna "ben deee, halledicem hepsini" demiş bulundum, şimdi uğraş dur artık.

neyse ya en kötü arabada kalırız akşamları,

yok lan yok bak nası sinirlendi okurken, yok valla kızım ayarıcam diyorum sana, senden başka kimse de okumuyo zaten, bendeee!

17 Haziran 2010 Perşembe

süpermarket kasası kuyruğu laneti

dün akşam bir kere daha ispatlandı.
bende lanet var, evet evet bildiğin lanet, adını süparmarket kasası kuyruğu laneti koydum, dün nautilusa gittik alışveriş yapalım diye, yaptık alışverişimizi, tabii bir sürü kasada bir sürü kuyruk oluşmuş, hemen üstün mühendislik bilgilerimi kullanarak hesaplamalar yaptım ve hesaplarım sonunda en çabuk gelecek olan kuyruğa yönelerek sıraya girdik.

şimdi normal şartlarda diğerlerine göre sıranın bize daha çabuk gelmesi gerekiyor, hatta bizden sonra yan tarafta sıraya giren zavallılara bakarak içten içe gülüyorum falan, ben diyorum buldum en çabuk gelecek sırayı,
büyük marketlerde böyle bir olay var, kasaların olduğu tarafta insanlar telaşlı telaşlı en güzel kuyruğu bulmaya çalışıyorlar, minik bir yarış oluyor.

neyse biz girdik sıraya ben çok eminim tabii, eşime diyorum bak nası buldum hemen çıkıcaz şimdi, ayaklar kopmuş ikimizde de zar zor duruyoruz ayakta, hemen eve gitmek istiyoruz.

ve nooldu süpermarket kasası kuyruğu laneti iş başına geçti, önce kasa görevlisini etkiledi baktım kızcağız daha yavaş geçirmeye başladı ürünleri, ve sonra ilk kez karşılaştığım bir şey oldu 3 önümdeki kadın aldığı domatesleri tartmadığı için görevli marketin diğer ucuna gidip domatesleri tarttı yaklaşık 5-6 dakika sürdü bu işlem, o domatesleri o kadının öhm neyse ve biraz önce içten içe güldüğüm zavallılar benden önce alışverişlerini bitirdiler.

evet bu macera da bitti burda, peeehhh yaşadığımız maceralara bak, yazarken bile uyuyakaldım, okurken noluyor kimbilir.

14 Haziran 2010 Pazartesi

kolları kaldırmalık oyun

Dün bir kere daha kendime kendime ispalamış olduğum gibi, kolları kaldırarak oynanan oyunlarda tutamıyorum kendimi.
sonuçta egeliyiz hatta aydınlıyız, harmandalının ezgisini duysam geçiyorum kendimden, bööle kollar kaldıra kaldıra bir o tarafa bir bu tarafa sallanıyorum.

dün de düğüne gittik, hafiften fidayda çalıyor ben oradayım, hafiften bir çiftetelli çalıyor kendimi pistte buluyorum, hayır düğün sahiplerinin de dıdısının dıdısıyım yani, muhtemelen daha sonra video da "kimdi lan bu adam" diye baya bir düşünecekler.

                                                                  kolları kaldırmalık oyun

Dediğim gibi dıdının dıdısı olduğum halde halay başı bile oldum, hayır normalde belli bir seviyede alkol alınca böyle şeyler yapıyorum aslında, dün alkol de almamıştım araba kullanıcam diye

herhalde kurtların dökülme vakti gelmiş, neyse canım önümüz yaz daha bir sürü düğün var, nasıl olsa her düğünde 2-3 kolları kaldırmalık oyun oluyor, çıkar sallana sallana oynarım

11 Haziran 2010 Cuma

ne olmuş ne bitmiş

ne kadar uzun zaman olmuş bee,
valla her gün yazayım bişeyler diye geçiyorum karşısına, tam yazacakken (aynı zamanda çok yoğun olma dolayısıyla) vicdan azabı çekip erteliyorum.

size de oluyor mu? eskiden sınavların olduğu zamanlar yapardım bunu, içimde hep yakın bir zamanda sınava girecek olmanın gerginliği olurdu, bu yüzden ne yapacak olsam vicdan hesabı yapar iptal ederdim, ancak gün sonunda baktığımda ders te çalışmamış olduğumu görürdüm.

şimdi de şimdi blog yazarsam çok zamanım gider işler yetişmez diye vicdan yapıyorum, yazmıyorum, sonra bir bakıyorum, aaaa iş te yapmamaışım blog ta yazmamışım, salak salak dolaşmışım internette. (ta anlatamadım ya neyse)

neyse bugün sabahtan kararımı verdim de bişeyler karalayayım dedim.

yazmayalı neredeyse 1,5 ay olmuş bakalım hayatımda neler değişmiş

- blog sayfası yeni tasarım şablonuna geçmiş, denedim hemen bugün, bilmiyorum yeni dizayn çok kötü de olmuş olabilir.

- enişte oldum, eşimin kardeşi doğum yaptı, ömer adı.. enişteler çok sevilmez genelde ama iyi bir enişte olmaya çalışacağım, darısı başımıza diyelim bu konuyla ilgili yazarım yine

- 10 yıl sonra arkadaşlarımla buluştu, lise mezuniyetinin 10. yılı vesilesi ile aydındaydım, bıraktığım gibiler hepsi, öyle kaldıklarını görünce daha bi mutlu oldum

- müdür oldum len, söylemişmiydim daha önce.. ehehehe
- müdür olmak yetmiyormuş gibi genel müdür yokken vekaleten genel müdür oluyorum olm, 850 personelim oluyor o anda, ama tavsiye etmem çok güzel bi şey değil yani

- babaannemi kaybettim :(

- kardeşim ehliyet aldı, ulan bu adam ilk adımını attığında yanımdaydı şimdi araba kullanıyor, utanmadan seneye üniversiteden de mezun olacak, yaşlanıyorum di mi

- wii aldım olm, çok zevkli oynaması, masa tenisi oynuyorum evde ötesi var mı?

- eşim sınava girdi (CFA), tabii bu olay size normal bişey gibi gelmiş olabilir ancak bizim için yaklaşık 1 ay akşamları ve haftasonları evde oturup ders çalışmak anlamına geldi

- parise gittim gezmeye, o nası bi yer öyle yaa, yazık ediyoruz kendimize buralarda,

- bi de çok kilo alıyorum ben, şöyle bakıyorum çok bişey de yemiyorum aslında, artık müdür göbeğimi koca göbeğimi ne denir bilmiyorum ama, sporu da bıraktık maşallah

Bir sürü şey daha oluyor aslında da bunlar geldi şimdi aklıma, arada bir sürü yazacak konu var aslında ama hep diyorum ya, tembelim mütemadiyen

23 Nisan 2010 Cuma

beni korkutan küçük kız çocukları

insan iş zamanları çok uyumak istiyor da, tatil günleri ne kadar isterse istesin çok uyuyamıyor.
tatilde çok uyuyamamış bir insan olarak 23 nisan törenine biraz bakayım diye trt'yi açtım, korkup kapattım lan

şiir okuyan kızlar oluyor ya, böyle seslerini titrete titrete, bağıra bağıra, savaşa gidiyormuş gibi bir gazla, bir yandan ağlayarak şiir okuyorlar ya, işte ben çok korkuyorum onlardan, yine öyle bir kız çıktı bir tiyatro sahnesindeymişcesine yırttı kendini, beğenenler vardır mutlaka da bana çok garip geliyor.

ben de küçükken aydın'da törende şiir okuduydum, ulan bakıyorum bunlar ezberden okuyorlar, ben onu da becerememiş kağıttan düz bir şekilde okuyup bitirmiştim, derdim hızlı hızlı okuyayım da bu işkence hemen bitsin idi. bakıyorum bıraksan bunlar tüm tören şiir okuyacaklar, ne yediriyorlar, nasıl büyütüyorlar bunları anlamıyorum

Not: bir şey yazmayalı 1 ay olmuş bu arada, iş yoğunluğu diyorum, genel müdürün masasında oturmanın getirdiği stres diyorum, ayrıntıları anlatırım sonra

17 Mart 2010 Çarşamba

Lütfedip koruyun artık!

Bir adamla tanışıyorsun, ilişki yaşıyorsun. 
Sonra dünya üzerindeki milyarlarca örneği gibi olmuyor ayrılıyorsun. Ama karşındaki kabul etmiyor, devam etmek için yalvarıp yakarıyor. Önce tatlı dille anlatmaya çalışıyorsun, kibarca bitti diyorsun. Ama karşındakinin gözü kulağı kapanmış, bir sonraki adımda takiplere, hakaretlere kadar vardırıyor işi, hayata sana zindan ediyor. 
Ya da bir adamla arkadaş oluyorsun ama karşındakinin niyeti arkadaşlıktan öte. Sen istemedikçe saplantı oluşuyor onda. Baştaki tatlı ısrarların yerini zamanla hakaret, tehdit alıyor. 
Hatta bazen de tanımadığın adamın biri sen farkında olmadan otobüste, vapurda, iş yerinde, okulda sana kafayı takıyor ve senin için yine cehennem azabı başlıyor. 
İşine, okuluna gittiğin güzergahı değiştirmeler, eğer tanıyorsan eşin dostun aracılığıyla dil dökmeler bir işe yaramıyor. Sonra kendini hiç istemediğin halde aracılar yoluyla bulduğun mafyavari adamlara derdini anlatırken buluyorsun. 
Çünkü bu süreçte bilmem kaç defa gittiğin, hatta adam peşindeyken feryat figan kapısına sığındığın karakol kılını kıpırdatmıyor! Benim değil ama kardeşimin başına geldi. Peşini bırakmayan, iş çıkışlarında kapısında bekleyip tehditler savuran bir adam yüzünden bunalımlara giren, her gece ağlayan kardeşim bir gün can havliyle karakola girmiş ve yardım edeceğine gevrek gevrek gülen polisler tarafından karşılanmış. 
Biz kendi çabalarımızla, araya hatırlı dostları koyup adam hakkında uzaklaştırma emri çıkardık da kardeşimin peşini bıraktı. Eğer öyle bir seçeneğimiz olmasaydı, belinde silah taşıyan ağır ağabeylerden medet umacaktık canımıza kast edilmesin diye.


Saadet öğretmenin ailesi de korumaya çalışmışlar kızlarını, hatta ülkenin bir ucuna yerleştirmişler izini bulamasın o insan kılığındaki mahlukat diye ve bu esnada polise, savcıya sayfalarca suç duyurusunda bulunmuşlar korunmak için ama suç duyurusu Vali’ye ulaşmamış, babaya “kızın bize emanet” diyen savcı emanete hıyanet etmiş ve olan güzelim Saadet’e olmuş. 

İlk değil; yüzlerce genç kadının aynı nedenle can verişinin haberlerini okuduk hep beraber. Son da olmayacak, eğer bu suç duyuruları yerine ulaşmamaya, ciddiye alınmamaya devam ederse. Anneler, babalar, ablalar, ağabeyler diken üstünde duracak; kadının hayatı azaba dönüşecek. 
Tanıştığında veya uzun seneler beraber geçirdiğinde içindeki manyağı tanıyamadığın adam ya hayatını ele geçirecek ya da hayatına son verecek.  Eğer birileri asli görevlerini yani “vatandaşlarının can güvenliğini korumayı” ihmal etmeye devam ederse

gönderen: ilknur

16 Mart 2010 Salı

anlatması zor sıkıntı

Üniversitedeyken, çok zor olurdu sınavlar, sınavların zorluğu bir yana doğru düzgün derse gitmezdik, arkadaşlarla kaldığım evde diğerlerinin bölümleri kolaydı, o yüzden sınavdan bir gece önce odama çekilir sabaha kadar çalışmam gerekirdi.

işte böyle geceler bazen fener maçlarına denk gelirdi, mecburen radyodan dinlerdim maçı, rakipler kazanırken fenerbahçem yenilirdi, anlatması zor bir sıkıntı basardı içimi, bir de üzerine ders çalışmak zulüm gibi gelirdi.

geçtiğimiz hafta sonu tam da böyle hissettim işte, anlatması tarifsiz bir sıkıntı..

15 Mart 2010 Pazartesi

türklerin spordaki en büyük engeli: TAYT

Hani artistlik olsun diye söylemiyorum da, geçen hafta sonu paris'teydik. şu eyfel kulesi olan güzide yerde, tabii gezdik ettik falan ama benim dikkatimi çeken başka bir şey oldu.

akşam otel odasında televizyon kanallarını karıştırıyordum, bu fransızlar ne izliyorlar bir bakayım dedim, tabii dediklerinden bir şey anlamıyordum ancak bir spor programına denk geldim. Sunucu muhtemelen güncel spor haberlerini veriyordu.

                                                                               temsili tayt

önce tenisle başladı, bir fransız raketin (burada raket dediğim sporcunun kendisin oluyor) tur atladığından falan bahsediyordu, sonra kış olimpiyatlarına geçti orada da fransızlar iyi dereceler alıyordu, oradan atletizm, bisiklet, rugby (ki rugby olayı inanılmaz seviliyor) ve en son futbol anlatıldı. hepsinde de fransız sporcular dereceler alıyorlar tur atlıyorlardı.

Bizim spor programları geldi aklıma, sadece futboldan ve gerçek dışı dedikodu futboldan ibaret spor programları.

Ben bunları düşündüm ve sonra uyudum ertesi sabah tekrar pariste dolaşmaya çıktığımızda ara ara metroda olsun restaurantlarda olsun benim atletizm taytı olarak adlandırdığım taytlardan giyen insanlar vardı, üzerlerinde bir numara, muhtemelen yerel bir yarış vardı (bizim avrasya maratonu tarzı bişey), herkes taytları çekmiş yarışa katılmış.

ve bir sonuca vardım,  türklerin atletizm olsun, bisiklet olsun, kış sporu olsun vb. sporlarda bu kadar başarısız olması karşılığında futbolu bu kadar sevmelerinin nedeni işte bu tayt denen illeti giyememelerinden kaynaklanıyor,

şort seviyoruz olm biz, gerektiğinde eşofmanları çekip halı sahada maça gitmek istiyoruz, ibne fransızlar ne lan öyle tayt falan, hep bundan oluyor. evet.

10 Mart 2010 Çarşamba

göbek kolestrol yapmıyormuş canlar

hayatımda ilk defa kolestroldür kan şekeridir, trigliserin midir nedir, ondan ölçtürtdüm.

Bunca yıldır özellikle ölçtürmüyordum, çünkü biliyorum ki, bir kere ölçtürünce ve aklın bu muhabbetlere düşünce artık hep ölçtürmek zorunda kalıyosun, yok ilaçtır, yok diyettir uğraşıp duruyorsun.
ben de bunu bildiğim için hep kaçmıştım şimdiye kadar
dün iş arkadaşlarımla öğle yemeği yerken muhabbet açıldı, kolestrolden, yağlardan falan konuşuluyodu, gaza geldim, ulan dedim hastanede de çalışıyorum gideyim kan vereyim ölçtüreyim.

evet sonuçlar elime geçti, ben diyordum ki bendeki bu göbek sonrası deli gibi kolestrol çıkar, kan şekeri tavan yapar, sıkı rejim yaptırırlar, ilaca başlatırlar, hatta anjiyo bile gerekir lan belki (oha) diye düşünüyordum.

Aldım değerleri, kolestrol sınırda çıktı, kan şekeri sınırda çıktı, bir tek karaciğer yağlanması fazla (kırmızı şarap, rakı, votka teşekkürler) gerisi hep sınır değerlerde ya da bunların altında, sınırdayım oğlum, ulan bir sevindirik oldum bir sevindirik oldum, hemen patates kızartmasına, çikolataya boğdum kendimi.

ehehehe yok lan doktor dedi ki, yine de dikkat et diyet yap spor yap dedi, ahh 3-4 ay olmuş spor salonuna gitmeyeli, fitness abileri bile değişmiştiri şimdi bi daha fitness salonu kokusunu nasıl çekicem lan.

19 Şubat 2010 Cuma

ikonoskop diye bir program

ikonoskop diye bir program var,  bloomberg ht diye bir kanal başladı ya şimdi, geçen gün zap yaparken denk geldik, baktık sinema falan diyor bir hatunla yaşlı bir amca oturtmuşlar, konuşuyorlar.

bu tür kanalların hele bir de yeni açılmışsa, bu tür programları genelde kaliteli olur, biz de oturduk bakalım ne konuşuyorlar diye dinlemeye başladık.

allahım tam bir facia, ilk 5 dakika sonrasında tamamen "acaba şimdi ne yumurtlayacaklar" diye dalga geçmeye başladık.

amca necidir nedir bilmiyorum ama, yani bu kadar kötü sinema eleştirilir, tonton da bir kişilik aslında, kahve muhabbeti için çok güzel de, e birazcık da bizim bilmediğimiz şeyler söyle di mi

son noktayı sunucu abla koydu, belgesellerden falan bahsediyorlar şimdi, kadın dedi ki, "şimdi böyle çıtalar geyikleri yiyor ben çok üzülüyorum" amca da tabii "evet evet çok kötü" diye destekledi. kadın bunun üzerine "ben belgesel çekiyo olsam, müdahale ederdim, ne biçim insan bunlar" diye en duygusal açıklamalarını yaptı.

yaa allahaşkına, kim koydu seni oraya bilmiyorum ama, bu kadar cahilsin madem belli etme en azından, insanlar doğal yaşama müdahale etmeyelim diye, günlerce saklanıyorlar hayvanlardan, herhangi bir doğal ortam bozulması yaşanmasın diye, eee kızım hiç mi kafa yok be,

ama izletiyorlar programı bak, ne zaman denk gelsek hipnotize olmuş gibi izliyoruz..

avrupa basiretsizliği

dün maçı izlerken şunu düşündüm, acaba biz ne gibi bir yanlış yaptık, taraftar olarak ne gibi bir günah işledik ki, sırf verem olalım diye, sırf üzülelim diye böyle yapıyorlar.

avrupada maça çıkınca resmen basireti bağlanıyor takımın, yani karşı takımın oyuncuları aynı olsaydı da, üzerlerine ne bileyim bir gençlerbirliği, gaziantep, bursaspor, ankaragücü forması geçirsek böyle mi oynardı fener

guiza böyle oynardı yine evet, tekrar soruyorum bizim suçumuz nedir abi, bu adama mecbur kalıyoruz ve her maç böyle üzülüp duruyoruz. ne bizim suçumuz ki karşı takımın önüne gol atsın diye pas veriyoruz. zorla gol yiyoruz. hep destek tam destek ikinci maçta yine yanında olacağız takımımızın, ama yazık değil mi yaa, bu kadar kolayken yapamamak yazık değil mi.

üzüldüm lan

12 Şubat 2010 Cuma

fol yok yumurta yok çocuk ne olsun onu düşünüyorum

nedendir bilmiyorum, sorduklarında hep "kızım olsun istiyorum" derdim, iki erkek kardeş olmamıza rağmen bilmiyorum belki de bu yüzden kızım olsun istiyordum.

şimdi artık evlenince, aile olunca bu sorular sıklaşmaya başladı, "kız olsun abi, erkek adamın erkek damadı olur ehe ehe" muhebbetimi düşündüm.

erkek olsun lan, tabii şimdi ne olacak bilemiyorsun, seçme hakkı vermiyorlar ama sorduklarında erkek olsun diyorum. ha şu an ortada fol yok yumurta yok o da ayrı bir konu ama şimdi kız olduğunu düşün:

her "baba ben mügelere ders çalışmaya gidicem" dediğinde "git kızım" diye izin verirken, kalbim sıkışıcak, zamanında annesiyle söylediğimiz yalanlar gelecek aklıma, belki de bir ceza bu, bak zamanında sen onun babasına yaptım şimdi de sana yapacaklar cezası.

mini mini etekler giyicek, dekolteyi abartacak belki, bişey demiycem belki ama yine sıkışacak kalbim, biraz homurdayınca annesine dönüp alacak izni, iyi polis kötü polis olaylarına girmeyelim diye "tamam tamam" deyip kabul edicem ben de.

erkek öyle değil lan, her "baba ben mügeyle dolaşmaya çıkıyorum" dediğimde, "git oğlum" diye izin verirken, "yürü be koçum" diyecek kalbim, zamanında annesiyle dolaştığımız günler gelecek aklıma.

en son çıkan basketbol ayakkabılarından isteyecek tabii, annesi babası gibi uzun olacak, elim titreye titreye vereceğim bir tomar parayı, sonra zamanında düşlediğim ayakkabılar gelecek aklıma, giysin adamım diyecek kalbim

ulan niye bilmiyorum, şu yukarıda kendime yapmaya çalıştığım, kız çocuğun kötü yanları, erkek çocuğun iyi yanları olayında bile, içten içe kız olsun istiyor kalbim, çok garip değil mi, yukarıdaki kötü yanları dediğimde kıyamayacağımı bildiğimden, üzmesinler diye.

alıp omzuma fener maçına gideceğim gün için sabırsızlanıyorum, hatta büyüsün baba kız küfür edeceğiz karşı takıma, küfür etmesini öğrenmeli kızım, kendisini savunmalı, her ne kadar annesi bu yüzden bana kızacak olsa da.

6 Şubat 2010 Cumartesi

basın tribününden maç izlemenin güzelliği

en sonunda bu da oldu ve ben bir fener maçını basın tribününden izleme olanağına nail oldum. nasıl bir sevinçle izledim anatamam, bir de fenerim net bir galibiyet alınca daha bir mutlu oldum.


kendi çekimimdir canım

tabii basından olmadığım için bir arkadaş vasıtasıyla girebildim. girdiğim arkadaş ta çok muhabbetim olmayan biriydi. böyle muhabbetinin çok olmadığı biriyle yan yana durmak çok zor oluyor, muhabbet etsen konun kısıtlı, fenerden muhabbet açayım diyorum, ulan takım da tıkır tıkır, hani kötü oynasa diyeceğim ki, bu adam burda oynamamalı, şu şöyle olmamalı, ancak takım iyi oynayınca o muhabet olanağı da bitti.

hava da bir soğuk bir soğuk, ancak bir yerlerden sıcak geliyor, nereden bu diye kafamı kaldırdım, sıra sıra elektrik sobası dizmişler stadın tepesine, herkes adamlar ne düşünceli derken, ben direkt kafadan ulan bunlara ne kadar elektrik parası geliyodur yaw mantığındaydım, türk elektrik mühendisi böyle oluyor


elektrikli ısıtıcılar

uzun zamandır maça gitmiyordum, taraftarı özlemişim, ancak ne yalan söyleyeyim, kale arkasındaki keyfi alamadım, bir kere kimse bağırmayınca sen de bağıramıyorsun, ee bağırmadıktan kendini yırtmadıktan sonra ne anladım ben o işten, bir tek sarı lacivert şampiyon fener diye bağırırlarken fener kısmı bize denk geldi fener diye bağırdım. o da fıstıktan sayılır hani.

inşallah, kupayı kaldırırız da, kupa kutlama törenlerine gideriz, amin

30 Ocak 2010 Cumartesi

across the universe

uzun zamandır izemek istediğim bir filmdi.



beatles en sevdiğim müzik gruplarından biri, bunun nedenlerinden biri, zamanın birinde, bir şekilde elime geçen best of kasetlerini (biz kaset derdik albümlere) onlarca defa dinlemiş olmamdı.

zamanında çok dinlediğim bu şarkıları bir daha dinleyememiştim.

dün across the universe adlı filmi izlerken o günlere gittim, film çok başarılı, özellikle benim gibi çok fazla müzikal sevmeyen bir odunun bile ilgiyle izlemesini sağlıyor. hiç sıkılmıyorsunuz.

beatles şarkılarını çok güzel bir şekilde uyarlamışlar, bazı şarkıların hangileri olduğunu bir kaç ezgisinden çıkarabiliyorsunuz, biz dün izlerken çok eğlendik.

sadece müzikleriyle değil, atmosferiyle de ilgimizi çekti, kamera arkası görüntülerinden anladığım kadarıyla kadın yönetmen yönetmiş, çekimler harika (biliyorum hıncal uluç tadı yakaladım), film hiç bitmesin istedik o derece

zaten bir filmin ekstralarına hararetli bir şekilde bakıyorsanız o film olmuş demektir.

bir de çok güzel bir oyun keşfettik, filmde öyle şarkılar var ki, yok artık bunu da beatles söylemiş olamaz çok alakasız diyorsunuz. filmde söylenen şarkının sözlerinden isminin ne olduğunu tahmin etmeye çalışıp, sonrasında da youtube'ta orjinali izliyorsunuz. çok zevkli, ki gerçekten beatles'ın ne kadar farklı bir grup olduğunu bir kere daha görüyorsunuz

amcalar ne müzik yapmış, ablalar ne film çekmiş, valla çok beğendim. tavsiye ederim

27 Ocak 2010 Çarşamba

insanın yaşlandığını anladığı an


Böyle başlayan hikayeler var, şöyle olduğunda anlarsın, böyle olduğunda anlarsın diye, ancak benim ki biraz garip oldu.

Dün eve çıkmak için apartmanın asansörüne bindim. asansör, bidiğiniz içinde ayna olan türden bir asansördü. (bu arada asansör içindeki aynalardan oldum olası tırsmışımdır, her zaman sanki arkasında bir kamera varmış ve birileri evinden girip çıkanların ayna karşısındaki hallerini izliyormuş gibi gelir, neyse konumuz bu değil) tüm fobilerimden sıyrılıp aynaya yaklaştım ve suratıma baktım.


ve dank etti..
 
yaşlanmışım, evet o an, tam olarak o an anladım yaşlandığımı. suratımı inceledim ve o kadar yabancılaştım ki, aynadan bana bakan başka biriydi sanki.
 
sizde de böyle mi oldu bilmiyorum, insan yaşlandığını bir an da mı anlıyor acaba.
 
eve girdiğimde eski fotoğraflarıma baktım, 3-4 yıl önceki nişan fotoğraflarıma mesela ya da askerden önceki tatil fotoğraflarıma, ulan resmen bir çocuk vardı karşımda, inanamadım. insan her gün her gün kendini gördüğü için anlayamıyor belki de, birden dank ediveriyor işte.
 
ulan resmen çocukların gelip amca diyeceği yaşa gelmişim, abilik dönemi bitti , bu gidişle yakında baba olursam şaşırmamak lazım
 
yaşlandım

25 Ocak 2010 Pazartesi

istanbul'a kar yağıyordu



insanın böyle eve kapanması hiç dışarı çıkmayası geliyor.
son dönemlerdeki iş yoğunluğundan zaten kafamı kaldıramayacak pozisyondayım, bir yandan eşim evde ayağının düzelmesini bekliyor, böyle olunca bugün hiç işe gidesim gelmedi valla, bütün perdeleri sonuna kadar açayım, oturup kar izleyeyim istiyorum.

öncelikle eve yiyecek depolamak lazım, sonrasında ise bol bol dvd.. normal hava koşullarında bile 2 damla yağmur ile kesilen digiturk yayını kar dolayısıyla tamamen gitti, 3-4 gündür televizyon yok, evdeki dvd'leri tüketiyoruz. son gözdemiz fringe, ha babam fringe izliyoruz bu günlerde, güneşin olmadığı karanlık bir havayla daha iyi gidiyor, bir de üzerine kayıp sembolü okudum eş zamanlı, artık her şey olağan geliyor lan, sanki duvardan geçip yan tarafa gitsem, üzerine bir de ışınlanma isteyeceğim o derece.

işte ben de digiturk gibi dükkanı kapatıp evde oturayım istedim, yani böyle bir durum olunca insan ne yapar, mesela arar müdürünü " öhöö öhöö biraz hastayım galiba, bugün gelemiyeceğim öhöö öhöö" diye yalan atar, ulan benimkiler yamiyor ki, hastanede çalışıyorum ben, adam diyo ki, gel burda baksın doktor, yani hastalık yalanı tırt anlıyacağınız.

ben de bindim minibüse geldim işyerine, arabayı çıkarmadım tabi ki, şimdi efendime sööliim, bunun zinciri var, kış lastiği var falan ama bende yok işte, o yüzden minibüse binip kendimi garantiye alayım dedim, arkadaş kadıköydeki minibüs duraklarını öyle bir değiştirmişler ki, sanırsın labirentte bir fareyim, kadıköy E-5 minibüsü de peynir, zor bela buldum da, geldim işyerine.

ne kar yaptı yalnız, dondum dondum, aman diyim, eğer hastanede çalışmıyorsanız, sesinizi biraz kalınlaştırıp arayın müdürünüzü "hastayım öhöö" ayağını yerler bunlar genelde, çıkmayın dışarıya, bir de benim için açın perdeleri sonuna kadar

18 Ocak 2010 Pazartesi

engellilerin engelleri

eşimin ayağı kırılınca ve ayağının üzerine basmaması gerekince, ister istemez alışveriş merkezlerine hapsoluyorsun, kadıköyde ikamet ettiğimizden dolayı, nautilus ve optimuma gittik bu süreçte

girişte tekerlekli sandalye aldık (ki bu konuda optimum iğrenç bir yer, sizi en az 20 dakika bekletiyorlar, tekerlekli sandalyeleri en üst kata koymuşlar, girişe gelmesi zaten 15 dakika sürüyor, halbuki giriş tarafına bir alana koysalar problem olmayacak)

tabii girmeden önce engelli otoparkına koyduk arabamızı, çünkü gerçekten uzak bir alandan ilerleme ihtimalimiz yok, ancak en azından kadıköy bölgesinde ne kadar çok öküz olduğunu görme fırsatım oldu, bu öküzler, araçlarını engelli alanına parkedip milletin gözüne baka baka yürüyüp içeri giriyorlar, başkası zor durumda kalacak umurlarında değil

alışveriş merkezlerinde kattan kata gitmek ise bir ölüm, mutlaka asansörü kullanmanız gerekiyor. bu konuda nautilusa giden insanlar daha medeni açıkcası, bizi gördüklerinde asansörden inip yer verenler oldu. Ancak optimuma gidenler resmen asansöre binmek için bizimle yarıştılar, insana saygıları da kalmamış bunların.

insan başına gelince anlıyor böyle şeyleri, tekerlekli sandalyeyi sürmeye başladığımdan itibaren, dolaşırken herkes mal mal suratına bakıyor, inceliyor, yürüyen merdivenler de tekerekli sandalye için çok uygunsuz.

zormuş gerçekten

9 Ocak 2010 Cumartesi

kötü başlangıç



2010 dedik, yeni yıl dedik, yeni umutlar, güzel günler dedik, herkes girince biz de yeni bir hevesle girdik yeni yıla, herkes girmişken ben girmemezlik edemedim şahsım adına.

ancak kötü başladık.

yeni bir projeye başladım, işlerim yoğunlaştı, yoğunluğum arttı, bırak blog yazmayı, bir milliyet.com'daki haberlere tıklayamaz oldum. yani yoğun başladı 2010

karıcım biricik papatyam, ayağını kırdı, görünmez kaza kendisini karımın bileğinde gösterdi, kendisi evde oturuyor şimdi, sıkıntıdan patlyor, allahtan bir ağrısı sızısı yok şimdilik, ancak ayağının üzerinde basmaması lazım, evden de çalışabildiği bir işi olduğu için, boş boş oturamıyor da, bir yandan rapor yazıyor, yani sakat başladı 2010

babaannemi kaybettim, 2 gün önce ilk uçakla aydın'a gittim cenazesini kaldırdım ve döndüm, herkes perişan, ölü evi ne kadar iç açıcıysa o kadar içaçıcı bir başlangıç oldu 2010

bunların hepsinin 9 güne sığması da ayrı bir başarı oldu, önümüzdeki maçlara bakıyoruz artık.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails